Teorileri ile iktisat tarihine altın harflerle adını yazdıran John Maynard Keynes tarafından ortaya atılan Likidite Tercihi Teorisi ve Tuzağı konusu, son dönemde döviz kurlarında görülen ani ve sert yükselişlerle gündeme gelmiştir. Daha önceleri de 1997 Asya Krizi sonrasında en ilginç olaylardan birisi Krugman’ın yeniden canlandırması ile tartışılmaya başlanmıştır.
Paul Krugman’ın likidite tuzağı olarak dillendirdiği durum, özellikle 1990’ların ve erken 2000’lerin Japonya’sı için geçerli olabileceği kabul edilmiştir. ABD’de başlayarak İngiltere ve Avrupa’yı etkisi altına alan finansal kriz çarpan süreci ile birlikte reel bir faiz krizine dönüşmüştür. Tüketim ve yatırım harcamaları düşmüş, işsizlik artmış, deflasyon ve resesyon ekonomi politikalarının etkileri ile yapıları değişmiştir. Bu kriz aynı zamanda beklentileri olumsuz yönde etkileyerek likidite tuzağına yol açmıştır.
Günümüzdeki döviz hareketlerinden yola çıkılarak merak uyandıran bu konu hakkında bilgileri sizlerle paylaşmak istiyoruz:
Likidite Nedir?
Likidite tuzağı kavramından önce likiditenin ne anlama geldiğini öğrenmek gerekir. Likidite, kolay bir şekilde paraya dönüştürülebilen varlıklardır. Yani arabanızı satarak cebinize giren para için kullanılan tanımdır.
Daha detaylı bir tanım yapmak gerekirse; bir menkul kıymet, değerini çok fazla kaybetmeden nakde çevrilebiliyorsa ilgili menkul kıymetin likit olduğu söylenir. Paraya çevrilebilen tüm aktifler ise likidite olarak kabul görür. Kaynağın, tüzel veya özel kişiliğe ait olması da bu özelliğini etkilememektedir.
Bir ülke ekonomisinde likiditenin fazla olması, o ekonomide nakit fazlası olduğunun bir göstergesidir. Nakdin çok olması ise ülkede nakit işlemlerin fazla gerçekleştiğini gösterir. Likidite oranının düşük olması ise ekonomide nakit işlemlerinden daha fazla vadeli işlemler gibi likidite oranı az olan işlemlerin gerçekleştiğini göstermektedir.
Likidite Tuzağı Nedir?
Para arzındaki artışların faizleri daha fazla düşüremeyeceği bir aşamadır. Bu noktaya gelindiğinde ise ekonomiye enjekte edilen likidite atıl birikim şeklinde elde tutulmaya başlanır. Böylece para arzındaki artış, ekonomiyi canlandırmaya yaramaz. Bir başka deyişle likidite tuzağı, faizlerin belli bir noktaya inmesinden sonra para arzı ne kadar artarsa artsın faizlerin düşmediği uç noktadır.
Faiz oranlarının indiği minimum seviyede, devletin uygulayacağı maliye ve para politikaları işlememeye başlar. Böyle bir ortamda maliye politikası, kısmen etkili olmaktadır. Çünkü faizin minimum olduğu ortamda, ekonomik birimler tasarruflarını faiz getirisi olan varlıklara yatırmak istemezler.
Yani devletin maliye politikası uygulayabilmesi için kendini finanse etmesi gerekir. Kendini finanse etmek için de tahvil basıp piyasaya sürer. Eğer tahvilin getirisi olan faizler düşük ise yatırımcılar, bu varlıklarla ilgilenmeyeceklerdir. Bu nedenle de devlet kamu harcamalarını finanse etmekte zorlanacaktır.
Likidite tuzağı, bir ölü nokta olarak tanımlanır. Bu noktada ise para arzının genişlemesine, faizin en düşük seviyeye inmesine rağmen, tahvil ve bono alımları durur. Ekonomi bu tuzağa düştüğünde parasal tedbirlerle iş hayatını canlandırma ve yeniden tam istihdam düzeyine yaklaşma imkanı ortadan kalkar.
Keynes’e Göre Likidite Tuzağı
Likidite tuzağı sorunu, İngiliz İktisatçı John Maynard Keynes tarafından ortaya atılmıştır. Keynes para talebini etkileyen faktörleri elde para tutma güdüsünü baz alan likidite tercihi teorisi ile açıklamaktadır. Buna göre para talebi; işlem, ihtiyat ve spekülasyon olmak üzere 3 faktörden etkilenmektedir. Spekülasyon güdüsü ile para talebi ise faiz oranlarının bir fonksiyonu olarak yorumlanmaktadır.
Para bir değer biriktirme aracıdır ve spekülasyon güdüsü, piyasa beklentileri ile gelecekte kar etme amacı ile paranın elde tutulması anlamına gelir. Keynes, bu gibi bir durumda kişilerin paralarını mevduat ve bono olarak tuttuklarını belirtmektedir.
Aynı zamanda Keynes, faizlerin düşeceği minimum bir seviye olduğu görüşündedir. Bu kapsamda da likidite tuzağını, faiz ve tahvil fiyatı ilişkisinden yola çıkarak açıklamıştır. Bu açıklamaya göre; tüketiciler, piyasadaki faizin düşük olduğu durumlarda yani tahvil fiyatının yüksek olduğu durumlarda faizlerin artacağını ve fiyatın düşeceğini düşünerek, tahvilleri satın almak için spekülasyon güdüsü ile ellerinde para tutarlar. Tüketiciler faiz oranlarının belli bir oranda düşmesi durumunda harcamalarını kısarak tasarrufa yönelirler. Bu durum aynı zamanda ekonomi neden likidite tuzağına düşer sorusunun da cevabını oluşturur.
Tahvil fiyatları ne kadar yüksekse faizler düşük demektir. Bu durumda da kişiler, faizlerin belli bir seviyeye inmesinden sonra daha fazla düşmeyeceği ve artışa geçeceği beklentisi içine girerler. Faizlerin artmasıyla birlikte tahvil fiyatlarının gerileyeceği beklentisi sonucunda paralarını mevduat olarak tutmaya başlarlar. Yani spekülatif para talebi, faiz oranları ile ters yönlü hareket eder.
Keynes, bir ekonomideki artan para arzının büyük bir kısmının harcanmayıp elde tutulduğunu söyler. Atıl olan bu paranın ekonomik birimlerce spekülatif işlem amacıyla kullanıldığını savunur ve bu paraya sahip olan kişinin, reel yatırımlardan çok spekülatif yatırımlara ilgi duyacağını açıklar. Artan para arzı ise atıl bir gelir oluşturur. Bu atıl gelire sahip ekonomik birimler ise fazlalığı menkul kıymet alarak harcar. Menkul kıymete olan talebin artması, getirisi olan faizi düşürmektedir.
Bu teori ile Keynes, liberal ekonominin temsilcilerinden olan J. Babdiste Say’ın mahreçler kanunu olan har az kendi talebini yaratır kuramının işlemeyeceğini göstermek istemiştir. Keynes’in teorisinde her arz, kendi talebini yaratmayabilir ve atıl kalabilir. Say’a göre faiz oranı yükseldiği için gelir artarken; Keynes’e göre gelirin artması faiz düşürücü bir etki yaratır.
Likidite Tuzağı Ne Zaman Görülür?
Girişte bahsettiğimiz gibi ABD’de başlayan krizin, İngiltere ve Avrupa’yı da etkisi altına alması ile reel bir kriz ortaya çıkmıştır. Tüketim ve yatırım harcamaları düşerken, işsizlik artış göstermiştir. Deflasyon ve resesyon ekonomi politikalarının etkilerini ile yapılarını değiştirmiştir. Beklentileri olumsuz yönde etkileyerek likidite tuzağına neden olmuştur.
Bir yatırım paradoksu olarak da tanımlanırken, yatırım beklentilerinin kötüleşmesi sonucunda tasarruf fazlasının ortaya çıktığı bir durumdur. Yatırım beklentilerinin kötüleşmesi, varlık fiyatlarının düşmesine neden olurken, en sonunda riskten ve harcamadan kaçınmaya kadar genişler. Riskten kaçınma süreci ise bu tuzağın temelini oluşturmaktadır.
Servetler, riskli varlıklardan nakit veya hükümet bonoları gibi göreceli olarak tuzağın içeriği değişmektedir. Bu anlamda da likidite tuzağı iki şekilde tanımlanmaktadır. Bunlardan birincisi klasik olarak anılır ve buna göre; iktisadi birimlerin para taleplerinin faize karşı duyarlılıkları sonsuzken, para politikasının faizleri etkileme gücünün ortadan kalktığı durumdur.
Bu durum, faiz seviyesinin sıfır ve buna bağlı olarak para ile bono getirilerinin aynı olduğu, iktisadi birimlerin para ile diğer varlıkları ikame etmekten kaçındıkları durum olarak ele alınır. Bu kapsamda genişleyici para politikası, faizleri etkilemez ve nispi fiyatlar değişmediği için tüketim ve yatırım harcamaları değişmez.
Likidite tuzağına yakalanmış bir ekonomide, amaç ve araç kullanımlarının değişmesi gerekmektedir. Bu değişim yaşandıkça optimal koşulları sağlayacak politikalarda da değişiklik gözlenir ve buna bağlı olarak politika sonuçlarının bağımsız unsurlar olarak algılanmaması gerekir.
İzlenecek para ve maliye politikası, iktisadi birimlerin zamanlararası fayda fonksiyonunda değişikliğe neden olmaktadır. Zamanlararası fayda fonksiyonu dahil edildiğinde ise likidite tuzağının tanımı değişecektir.
Değişen tanımla birlikte ekonomi, enflasyona ihtiyaç duyacaktır; ama buna rağmen kendiliğinden depresyon üretecektir. Reel faizler negatif konuma gelecek ve fiyat beklentilerindeki karamsarlık nedeniyle yatırım harcamaları duracaktır. Anlamlı bir tanım olabilmesi için de yatırım getirilerinin de negatif olması gerekecektir. Bu durumda ise yerleşik iktisat politikaları anlamsız olacaktır.
Likidite Tuzağından Çıkmak için Uygulanacak Politikalar
Konu ile ilgili en çok merak edilen konuların başında bu durumdan kurtulmak için uygulanacak optimal para ve maliye politikaları nasıl olmalıdır sorusu gelmektedir. Önerilen politikaların başında enflasyon hedeflemesini yukarı yönlü revize etmek vardır. Bir diğer öneri ise bu durum altında Açık Piyasa İşlemleri’ni (APİ) uzun dönemli kamu kağıtları üzerinden yapmak şeklindedir.
Maliye politikasını destekleyen bir APİ kullanımı, her iki politikada da genişleme yaratırken, diğer yandan nispi olarak daha değerli olan kamu kağıtları ile pozitif bir getiri sağlandığı için ekonomideki durmuş harcamalar yeniden başlatılabilir.
APİ işlemlerini öneren uzmanlar, uzun vadeli kamu kağıtları ya da yabancı varlıklar olması gerektiğini de belirtmiştir. Ayrıca bu işlemlerin para politikası aracı olarak değil, maliye politikası aracı olarak kullanılmasının en doğru politika olacağı dile getirilmiştir.
Birtakım uzmanlar ise bu tuzaktan kurtulmanın yolunun döviz kuruna müdahaleden geçtiğini söylemiştir. Yapılacak bir devalüasyon ile yabancı varlıkların değerinin artacağı ve bu varlıkları tutan bankacılık ile banka dışı sektörün riskini minimize edeceğinden bahsetmişlerdir. Enflasyon ve uzun vadeli faizler, birbirine bağlı oldukları için nispi fiyatları değiştirmek gerektiği savunulmuştur.
Bir grup uzman durumdan kurtulmak için ilk olarak fiyat hedefinin yukarı yönlü revize edilmesini, ikinci olarak döviz kurunun devalüe edilmesi ve kur politikası uygulanması gerektiğini belirtmiştir. İzlenecek kur politikası güvenilirse özel sektör gelecekteki kur hedefini merkez bankasınınkiyle uyumlu hale getirecektir. Aynı zamanda enflasyon beklentisini artıracaktır. Enflasyon hedefine ulaşınca kur politikasından vazgeçilip, kısa vadeli faiz oranları yükseltilerek likidite tuzağından çıkılabilecektir.
Durumdan kurtulmak için uygulanması önerilen bir diğer parasal politika ise genişlemeci politikalar olmuştur. Parasal genişleme ile merkez bankası finansal aracı rolünü üstlenmekte, özel sektör finansal aracıları ile dışlarlar. Aynı şekilde durumdan kurtulmak için dar para tanımının uygun olmadığı belirtilmiş ve daha çok geniş para tanımı kullanılmıştır. Parasal genişlemenin sermaye hareketlerinin yoğun olduğu bir durumda işe yaramayacağını ve bunun yerine varlık temelli rezerv yaklaşımının doğru olacağını önermiştir.