Az gelişmiş ülkeler için borç stoku ve artan ödemeleri büyük sorunları beraberinde getirmektedir. Yatırımları ve sermaye birikimlerini kısıtlayan, ekonomik büyümeyi olumsuz etkileyen durumlardır.
Ülkenin ihracat ile elde ettiği rezervlerinin borç ödemesi için kullanılması, yüksek borç oranlarının kredi notlarını kötü etkilemesi, tıpkı kendi bütçemizde olduğu gibi ülke için de sorundur. Türkiye için de hep sorun olmuştur.
Şimdi borcun neden kötü olduğuyla ilgili kısaca bilgi verip, Türkiye’nin iç ve dış borçlanma tarihini inceleyeceğiz.
Borç Ülkeler için Neden Kötüdür?
Aslında basitçe kendimizden pay biçecek olursak, borçluluk durumumuzun neden kötü olduğunu tahmin edebiliriz. Bu durum, bir ülke söz konusu olduğunda çok daha kötü sonuçlar doğurmaktadır.
Bir ülkenin borçluluk durumu, yatırımlarından sermaye birikimlerine kadar çok yönlü olumsuz etkiler yaratır. Yatırımcılar nezdinde ülkenin kredi derecesinin negatife dönmesine neden olur. Ayrıca ihracat ile elde edilen rezervler, ödemelere gider ve “borçlara çalışıyorum” tepkisini ülke vermeye başlar.
Yüksek borçlar, vatandaşa yüksek vergi olarak döner. Ayrıca özel sektörün planlamış olduğu verimli yatırımlar yapılamaz. Hükümet tarafında ise yapılacak olan istikrar programları olumsuz yönde etkilenir.
Bir ülkenin dış borç ödeme yükünün artması, ekonomisinin iyileşmesinden kaynaklanan getirilerin dış borç ödemelerine getirmesi demektir. Yani alacaklı ülkeler, borçlu ülkenin üretiminden ve ihracatından kaynaklanan gelirlerden büyük oranda pay alırlar.
Yüksek borç miktarı ise yabancı yatırımcıların büyük bir risk olarak algılaması nedeniyle sermaye kaçışı riskini artırabilir. Tüm bunlara ek olarak yüksek borç, uluslararası ilişkilerde ülkenin siyasi itibarını azaltabilir.
Artan borçlar, hükümetler üzerinde baskı oluştururken, para basılarak finanse edilmesine neden olur. Bu durum ise parayı değersizleştirirken, enflasyonun yükselmesine neden olacaktır. Ayrıca hiperenflasyona kadar birçok sorunu beraberinde getirecektir.
Kısaca; makroekonomik istikrarın sürdürülebilmesi için gereken en temel unsur borcun sürdürülebilirliğinin sağlanması ve borç yükünün makul seviyelerde tutulmasıdır.
Osmanlı Döneminde İç ve Dış Borçlanma
Birçok sınavda karşımıza şu soru çıkar; Osmanlı Devleti hangi anlaşma ile toprak kaybetmeye başlamıştır? Bu sorunun cevabı, bizlere borçluluk durumuna nasıl geçildiğini de anlatmaktadır.
1683 yılında gerçekleşen Viyana Kuşatması’nın başarısızlıkla sonuçlanması ile Osmanlı, Karlofça Anlaşması’nı imzalamış ve toprak kaybetmeye başlamıştır. Daha sonrasında ise kaybettiği toprakları geri kazanma siyaseti izlemiştir.
Bu sırada başlayan İran Savaşı, Rusya’nın denizlere serbest geçmeye çalışması, Osmanlı’yı sürekli savaş halinde tutmuştur. Tüm tarım alanları ve madenler, savaş bölgesinde kaldığı için devletin gelirleri düşmeye başlamıştır.
Osmanlı’nın geliri düştükçe, vergiler artmıştır. Tarımla ilgilenen kesimlerse vergiden kurtulmak için tarımı bırakıp, İstanbul, Edirne, Bursa gibi büyük şehirlere göç etmeye başlamıştır. Osmanlı’nın ise vergi geliri düşmüş ve maaş ödemelerinde sıkıntı yaşanmıştır.
19. yüzyılın başlarında halktan, altın ve gümüşler toplanarak sikke yapılmıştır. Yüzde 20 değer fazlasıyla piyasaya sürülen bu sikkeler, 1839 yılında yeterli gelmemeye başlamış ve kaime çıkarılmıştır. Kaime de enflasyonist bir etki yaratmıştır.
1840 yılına gelindiğinde ise mali bunalım artmış, tasarruf sahiplerinin belli bir faiz karşılığında elinde tahvilleri toplamak için esham kavaimi (yani iç borçlanma senetleri) çıkarılmıştır.
Osmanlı Döneminde İç Borçlanma
Osmanlı’da 1830’lu yılların sonunda para tağşişi ile sağlanan ek gelirler, bütçe açıklarını kapatmada yeterli olmamıştır. Bu ise piyasalarda belirsizlik yaratmış ve 1839 yılında kaime çıkarılmasına karar verilmiştir.
Kaimeler (Osmanlıca kavaimi), uluslararası ticarette kullanılacak araçlardan olmadığı için ve ancak iç borçların ödenmesinde kullanıldıklarından çıkarılmaları ticarette karışıklara yol açmıştır. Ticari yaşam üzerine ağır bir yük getirdiği gibi devletin itibarını da zedelemiştir.
Kağıt para ile tahvil arası niteliğe sahip olan kaimeler, ilk çıkarıldığında bütçe üzerinde olumlu olacağı düşünülmüş; ama ekonomide enflasyonist etki yaratmıştır.
1840 yılında esham kavaimi çıkarılmasına karşın, dolaşımdaki miktarının artmasıyla faizleri de bütçeye yük olarak dönmüştür.
Tam da bu sırada Rusya’nın güneye yayılmasını engellemek isteyen Avrupa devletleri için Osmanlı’nın önemi artmıştır. Avrupa devletleri, Osmanlı’ya mali reformlar yapması için baskılarını artırmıştır.
1844 yılında ise Osmanlı, tağşişlere son verip, Galata Bankerleri aracılığıyla Fransa’dan kısa vadeli borçlanmaya başladığında, adı konmamasına karşın ilk dış borçlanmayı yapmıştır.
Ardından gelen Kırım Savaşı’nın gerektirdiği harcamalar ve yarattığı bütçe açığı Osmanlı Devleti’nin Avrupa para piyasalarından borçlanma sürecini başlatmıştır.
Osmanlı ilk olarak 1788 yılında Cezayirli Hasan Paşa’dan 600.000 kuruş borç almıştır. Daha sonra sarraf ve zenginlerden borç istenmiştir. 1840 yılında Galata Bankerleri’nden olan Alleon ve Baltacı’nın kurdukları İstanbul (Dersaadet) Bankası’ndan borç alındığı da bilinmektedir.
Osmanlı’da bütçe açıkları; 1841’de 4.163.000 kuruşa, 1847’de 15.263.404 kuruşa, 1848’de 38.586.642 kuruşa ve 1849’da 88.998.000 kuruşa ulaşmıştır. İç borç toplamı ise 1854 yılında 15 milyon sterline ulaşmıştır.
Osmanlı Döneminde Dış Borçlanma
Osmanlı’da yabancı bir ülkeden borç alma onur kırıcı bir davranış olarak görülmüştür. Şeyhülislamlardan ise “dış borç almanın mekruh olduğu” yönünde fetvalar çıkartılmıştır. Ta ki durumlar iyice kötüleşene kadar…
Yabancı bir ülkeden borç alma fikri ilk defa 1785 yılında Rusya ile savaş sırasında oluşmuştur. II. Mahmut döneminde de dış borç konusu sık sık gündeme gelmiştir. İngiliz hükümeti ile yapılan görüşmelerde 1 milyon sterlin alınması için pazarlıklar yapılmıştır.
1 milyon sterline karşı Akdeniz’deki İngiliz filosuna kereste, buğday teslimatı yapılması talep edilmiş; ancak Osmanlı talep edilen malları ne ölçüde tedarik edecekleri konusunda araştırmaları uzun sürmüş ve anlaşma gerçekleşmemiştir.
Kırım Savaşı ile İlk Borcun Alınması
Osmanlı’da bozuk olan mali duruma, bir de Kırım Savaşı’nın başlaması eklenmiştir. Devletin pazarlık gücü kalmamış ve 24 Ağustos 1854 tarihinde ilk kesin borç antlaşması imzalanmıştır.
Londra’dan Palmer & Co., Paris’ten Gold Schmit et. Ass. adlı kuruluşlarla avans ile tahvillerin satışı için anlaşmaya varılmıştır. 3.300.000 Osmanlı lirası borç karşılığında, 2.574.000 lira elde etmiştir. %2’lik komisyon ödemiş ve faiz oranı %6 olarak belirlenmiştir.
Borç taksitinin ise Mısır vergisinden 231.000 liranın doğrudan Fransa ve İngiltere bankalarına yatırılacağı kararına varılmıştır.
İlk borcun ardından Osmanlı’nın ödeme yapamayacak durumda olduğunun açıklandığı 1875 yılına kadar 15 kez borçlanmaya gidilmiştir. 1875 yılında dış borçların tutarı 2 milyon sterline yaklaşmış, anapara ve faiz ödemeleri ise 11 milyon sterlini bulmuştur.
Osmanlı’da tüm gelirin 18 milyon sterlin olduğu düşünüldüğü zaman, durumun ne kadar vahim olduğu anlaşılmaktadır. 1875 yılının sonbaharında Osmanlı, borç ödemelerinin yarı yarıya indirildiğini açıklarken, diğer yıl tüm borç ödemelerini durdurmuştur.
Aynı dönemde Osmanlı gibi aralarında Japonya’nın da bulunduğu 20’yi aşkın ülke yeni fonlar bulamadığı gibi borç ödemelerini durdurmuştur.
Osmanlı aldığı borçların büyük bölümünü; sarayların yapımında, donanmanın kurulmasında ve bürokrasinin maaşlarının karşılanmasında kullanmıştır. Ekonominin canlanması ve mali gelirlerin artırılmasına yönelik yatırımlar için hiç kaynak ayrılmamıştır. Bu nedenle borçları ödeyebilmek için yine borç almıştır.
Osmanlı – Rus Savaşı Yenilgisi ve Ayastefanos Antlaşması
Osmanlı borçlarını ödeyemeyeceğini duyurduktan sonra Fransız, İngiliz, Alman ve diğer alacaklı ülkelerin temsilcileri ile görüşmeye başlamıştır. 1877 yılında başlayan Osmanlı – Rus savaşı yüzünden görüşmeler kesintiye uğramıştır.
1878 yılında Osmanlı için büyük bir yenilgi olan bu savaştan sonra Balkanlarda ve Doğu Anadolu’da birçok il kaybedilmiştir. Ayastefanos Antlaşması ile Osmanlı, 35 milyon savaş tazminatı ödemeyi kabul etmiştir.
Batılı devletler ise buna müdahale etmiş ve 13 Haziran 1878 tarihinde Berlin Konferansı toplanmıştır. Bunun sonucunda birçok maddeye ek olarak iki önemli madde kabul etmiştir. Bu maddeler:
- Osmanlı Devleti’nin borcunun bir kısmını Sırbistan, Bulgaristan, Karadağ ve Yunanistan’ın üstlenmesi.
- Rusya’ya verilecek olan savaş tazminatının Osmanlı Devleti’nin mali durumunu sarsmayacak düzeyde olması.
Düyun-u Umumiye İdaresi
Berlin Konferansı’ndan sonra Avrupalı alacaklıların temsilcileri 1881 yılının Eylül ayında yeniden görüşmelere başlamıştır. Görüşmeler aynı yılın Aralık ayına kadar devam etmiştir.
20 Aralık 1881 tarihinde ise anlaşmaya varılmış ve bir kararname yayımlanmıştır. Muharrem ayına denk gelmesi nedeniyle “Muharrem Kararnamesi” adı verilmiştir. Buna göre; devletin borçlarının ödenmesi için gelirlerin yeterli olmayacağı belirtilmiş ve miktarın azaltılması zorunlu kılınmıştır.
Kararnamenin yayımlandığı tarihte toplam borç miktarı, 239,5 milyon liradır ve 125,3 milyon liraya indirilmiştir. Senelik anapara ve faiz miktarı olan 13,2 milyon lira ise 7,6 milyon liraya düşürülmüştür. Sonuçta Osmanlı’nın %66 oranındaki borç servisi, %33’e indirilmiştir.
Kararname ile daha önce kurulan Rüsum-u Sitte idaresi feshedilmiş, bankerlerin alacaklarına karşılık mümtaz tahviller basılmıştır. Rüsum-u Sitte idaresinin gelir kaynakları, yeni kurulan Düyun-u Umumiye idaresine devredilmiştir.
1881 yılında kurulan Düyun-u Umumiye, adı konmamış bir mali iflas anlamına gelmiştir. Sonucunda da batılı devletler ve finansörlerce, Osmanlı’nın mali ve ekonomik egemenliği ortadan kaldırılmış, sömürü süreci başlamıştır.
Osmanlı’da Devlet Borçlarının Tasfiyesi
Osmanlı, 1903 yılından itibaren kararname dışında kalan borç servislerini, 1914 yılına kadar olumsuz siyasi gelişmelere karşın düzenli ödemiştir. Bu yıla gelindiğinde dış borçların toplamı, 104 milyon 212 bin Osmanlı lirasına ulaşmıştır.
Borcun önemli kısmı Düyun-u Umumiye idaresinde bulunurken, yıllık borç servisi 13 milyon Osmanlı lirasıdır. Aynı yıl bütçe ise 30 milyon liradır.
1914 itibarıyla Osmanlı’nın itfa edilmeyen toplam borçları 198 milyon liradır. Bu borçlara, kısa vadeli avanslar da dahildir. Devlet, muntazam borçların ve kısa vadeli avansların tasfiyesi için 1914 yılının Nisan ayında Paris’te 800 milyon franklık bir borç anlaşması yapmıştır.
Bu anlaşma ile alınan borcun, Birinci Dünya Savaşı nedeniyle 500 milyon Franklık kısmı tahsil edilebilmiştir. 1915 – 1922 yılları arasında ödenmesi gereken dış borçlar, Düyun-u Umumiye tarafından alacaklılara ödenmişti.
1923 Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasıyla birlikte yeni Türk Devleti kurulurken, Düyun-u Umumiye İdaresi ve Uluslararası Mali Denetim Komisyonu tanınmamıştır. Vergi koyma ve alma yetkisi ise Büyük Millet Meclisi hükümetine ait olduğu bildirilmiştir.
Osmanlı Devleti çöktükten sonra dış borçlar, topraklarda kurulan devletler arasında paylaşılmıştır ve en büyük yük Türkiye’ye verilmiştir. 1925 yılında Osmanlı borçlarının yüzde 67’sinin Türkiye tarafından ödenmesine karar verilmiştir.
Türkiye payına düşen 107,5 milyon altın Osmanlı lirası tutarındaki borcun ödenmesi için Düyun-u Umumiye İdaresi ile 12 Haziran 1928’de Paris’te bir anlaşma imzalanmıştır.
1928 yılında Lozan Anlaşması uyarınca Paris’te kurulan Türkiye Dış Borçları Komisyonu’nda ödemelerin hangi şekilde yapılacağı konusunda bir sözleşme imzalanmıştır. Bu şekilde alacaklıların haklarının korunması konusu kurulan karma meclise terkedilmiştir.
25 Mayıs 1954 yılında ise 100 yıllık dış borçlanma dönemi kapanmıştır.
Cumhuriyet Döneminde İç ve Dış Borçlanma
Cumhuriyet dönemiyle birlikte devletin iç ve dış borçlanmaları ayrı ayrı incelenmektedir. Bunun nedeni ülkelerin borç sorunu bir bütün olmakla birlikte iç ve dış borçlar hem alındıkları kaynaklar hem alınış şekilleri hem de ekonomik etkileri açısından çok farklı özelliklere sahiptir.
Cumhuriyet Döneminde İç Borçlanma
Cumhuriyet tarihinin ilk iç borçlanma girişimi, 1933 yılında gerçekleşmiştir. İlk yıllarda devletin borçlanmasına yönelik çekingen bir tavır takınılırken, Osmanlı’dan kalan kötü miras devralınmıştı.
Cumhuriyetin ilk 10 yıllık döneminde hükümet dış borç yükü altında olduğu için borçlanmayı uygun görmemiştir. Ayrıca borçlanma için gerekli şartların oluşumu, bankaların sermaye piyasalarının gelişmesini ve halkın güvenini kazanmayı beklemiştir.
Demiryolu İnşası için İlk İç Borçlanma
1923 – 1933 yılları arası borçlanma için siyasi, iktisadi, mali ve psikolojik şartları hazırlamıştır. Böylece ilk borçlanma 1933 yılında bütün ülke ekonomisinde önemli rolü olan demiryolu inşasında kullanılmak amacıyla yapılmıştır.
İlk borçlanmanın amacı, Fevzipaşa – Diyarbakır demiryolu hattının inşaatını finanse etmektir. 20 yıl vadeli, 3 tertipli ve ikramiyeli tahviller basılmıştır. Bu ilk borçlanmanın ardından yapılan borçlanmalar da demiryollarının yapımında kullanılmıştır.
Daha sonra İkinci Dünya Savaşı yıllarında milli savunma masraflarının karşılanması için borçlanılmıştır. Ardından da daha çok bütçe açıklarının kapatılması adına yapılmıştır.
Sanayileşme ve Kalkınma için İstikrazlar
İlk istikrazlar, ülkenin sanayileşmesi ve kalkınması amacını gütmüştür. Daha sonraları ise İkinci Dünya Savaşı’nın çıkması nedeniyle büyük askeri ihtiyaçların karşılanması amaçlanmıştır.
- 1934 yılında Sivas – Erzurum Demiryolunun yapımı için 30 milyon liralık Sivas – Erzurum İstikrazı
- 1938’de 1918 Osmanlı İmparatorluğu tahvillerinin konversiyonu için çıkarılan İkramiyeli 1938 İstikrazı
- 85 milyonluk Elazığ – İran sınırı ve Diyarbakır – Irak sınırı demiryolu inşası için 1941 Demiryolu İstikrazı
- 1942’de 150 milyonluk Milli Savunma İstikrazı
- 1946’da 150 milyon liralık Kalkınma İstikrazı
- 1947 yılında bir kısım dalgalı borçların konsolidasyonu için 250 milyon liralık 1947 Hazine Tahvilleri
- 11 Haziran 1945 tarihli ve 4735 sayılı Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu gereğince öngörülen kamulaştırılan toprakların bedelleri karşılığında verilecek Toprak Tahvilleri eşit taksitlerle 20 yılda ödenmek üzere çıkarılmış, 1950’ye kadar sürmüştür.
- 1948 yılından sonra her yıl bütçe açıklarının karşılanması ve yatırımların finanse edilmesi amacıyla borçlanmalar yapılmıştır.
İkinci Dünya Savaşı bittikten sonra enflasyonist bir ekonomi politikası uygulanırken, her yıl ortaya çıkan bütçe açıklarının kapatılması için hemen her yıl istikrazlara başvurulmuştur.
Savaşın ardından gelişen uluslararası ilişkiler sonucunda çeşitli şekillerde artan dış krediler ve yatırımların yanında iç borçlar da büyük hızla artmıştır.
Finansman Açığını Kapatmak için Borçlanma
1960 sonrasında vergi gelirlerinin hedeflenen kalkınma için yapılan kamu harcamalarını karşılamada yetersiz kalması nedeniyle iç finansman açığı büyümüştür.
Finansman açığının kapatılması için yapılan borçlanma, planlı dönemde uzun vadeli benimsenmiş ancak kısa vadeli gerçekleşmesi önlenememiştir.
KİT açıklarının kapatılması için çıkarılan hazine kefaletini haiz bonolarla; bütçe açıklarını kapatmak için çıkarılan hazine bonoları emisyona başvurularak karşılanmıştır. Bu nedenle enflasyonist etki yaratmıştır.
Tasarruf bonoları, iç istikraz tahvilleri, iç konsolidasyon tahvilleri ile belediye borçları tahkimleri, uzun vadeli borçlanmada kullanılmıştır. Bunlarla planlı dönemde hedeflenen kalkınmayı gerçekleştirmek istenmiştir.
30 Eylül 1972 tarihi itibarıyla iç borçların anapara toplamı, 32 milyar 506 milyon 300 bin TL ve bu borçların itfasına kadar ödenmesi gereken faiz miktarı, 16 milyar 665 milyon 600 bin liradır.
1970 – 1980 Arası Kalkınma İstikrazları
Hazine, kalkınma istikrazı adı altında 1970 yılında 600 milyon, 1971’de 800 milyon, 1972’de 4 milyar, 1973’te 3 milyar lira tutarında yüzde 11 faiz oranı ile borçlanmıştır.
1974 yılında Kıbrıs Barış Harekatı’nın harcamalarının finanse edilmesi için Barış Harekatı borç tahvilleri çıkarılmıştır. Bundan sonra borçlanmada sürekli artış gözlenmiştir.
1978 yılına kadar Türkiye ekonomisi net kaynak transferi yapmaya zorlayan Döviz Çevrilebilir Mevduatlarının geri ödenmesi de iç borçlanmayı artırmıştır.
1977 ila 1980 yılları arasında borçlanma miktarına ek olarak faiz oranları da artmıştır. 1978 yılında ortalama %20, 1979’da %25 oranında bir faiz oranıyla borçlanma yapılmıştır.
Bu dönemde enflasyon oranları, faiz ödemeleri üzerinde gerçeklemiş ve devlet negatif faiz oranlarından borçlanmıştır.
24 Ocak Kararları
70’li yıllara kadar iç borçlanmaya çok başvurulmamıştır. Yapılanlar ise özel borçlanma kanunları çerçevesinde yapılmıştır. Bütçe açıklarının finansmanı uzunca bir süre problem olsa da devlet tahvili ve hazine bonosu gibi iç borçlanma araçları pek tercih edilmemiştir.
Açıklar ise genellikle Merkez Bankası kaynaklarına başvurularak finanse edilmeye çalışılmıştır. 1980 yılı başlarında uygulamaya konulan 24 Ocak kararları paketi ise yeni bir ekonomik program olarak tanıtılmıştır.
24 Ocak kararları, temelde denk bütçe ve sıkı para politikaları ile ekonomide yüksek seviyelerdeki enflasyonu düşürmeyi amaçlamıştır. Anti-enflasyonist politikalar başlangıçta başarılı olmuştur.
1981 – 1983 döneminde bütçe açıkları önemli ölçüde daralırken, buna paralel olarak para arzı sınırlı artmıştır. 1980 yılında %104 olan enflasyon, 1982 yılında %24’e inmiştir.
1984 yılında yeni hükümet kurulmuş ve bütçe politikalarından gittikçe uzaklaşılmaya başlanmıştır. 1983’ten 1984’e kadar bütçe açığı yaklaşık 3 kat yükselmiştir. Sonrasında da cumhuriyet tarihinin rekor bütçe açıkları gerçekleşmiştir.
Altyapı Yatırımları ile Kamu Açıklarının Oluşması
1980 sonrasında devlet, geniş çaplı ve büyük ölçekli altyapı yatırımlarına girişmiş, enerji ve ulaştırma alanında büyük harcamalar yapmıştır. Bunlar kamu açıklarına neden olmuştur.
Kamu açıklarının kaynağının değişmesine paralel, açıkların finansman kaynakları değişmiştir. O döneme kadar Merkez Bankası kaynaklarından finanse edilen kamu açıkları, iç ve dış borçlanma ile karşılanmaya başlanmıştır.
Merkez Bankası’ndan borçlanmanın, enflasyon üzerine şiddetli baskıları nedeniyle finansman kaynakları değiştirilirken, 1980 sonrasında iç borçlanmaya ağırlık verildiği görülmüştür.
Ayrıca alınan dış borçlar, önceki dış borçların ödenmesi için kullanılmış; hatta bazı iç borçların dış borcu ödemek için kullanıldığı görülmüştür.
Kamu açıklarının, devletin olağan gelirleri ile kapatılması (bütçenin gelir kaleminin yükseltilmesi), bu şekilde kamu finansmanında denklik sağlanması yolunda politikalar izlenmesi gündeme gelmiştir.
Bu konuda başarılı olunamamış ve yıllarca olağan kamu gelirleri yükseltilememiştir. Bu durum ise iç borçlanmayı kaçınılmaz yapmıştır.
KİT’lerin Finansmanından Bütçe Açıklarına Kayma
1990 yılından sonra kamu açıklarının, KİT’lerin finansmanından bütçe açıklarına doğru kaydığı bilinmektedir. Bunun sonucunda finansman için kullanılan kaynak ve yöntemler değişmiştir.
1992 yılına kadar borçlanma politikası belirli bir disiplin içinde teknik kararlar çerçevesinde yürütülmüştür. Bundan sonra siyasal baskıların etkisiyle şekillenmiştir.
İç borç stoku, 1994 yılında %20,6 düzeyine ulaşmıştır. 94 yılında yaşanan krizin ardından kamu açıklarının disiplin altına alınmasını sağlamlaştırmak için 5 Nisan 1994 kararları uygulamaya konmuştur.
Kararlar kapsamında mali disiplin sağlanması için önemli düzenlemeler yapılmış, bütçe ödeneklerinin yüzde 15’ine kadar olan kısa vadeli avans imkanının 95 yılından itibaren her yıl kademeli olarak azaltılması ve 98 yılında yüzde 3’e indirilmesi olmuştur.
94 yılında alınan istikrar tedbirleri ile bütçe harcamalarında kısıntıya gidilirken, alınan ilave vergi tedbirlerinin etkisiyle bütçe, GSMH’nin %3,8 oranında faiz dışı fazla vermiştir.
94 ve 95 yıllarında hazine bonosunun payı oldukça yüksek seviyelerde gerçekleşmiştir. 94’te tahvilin payı %2,5 iken, 95’te %12,8’e yükselmiştir. Bu tahvillerin %90’ından fazlası 1 yıl vadeli tahvillerden oluşmaktadır.
94 – 95 döneminde iç borçlanmanın alıcılara göre dağılımı, %71,5 olan bankaların payı 95’te %81,6’ya yükselmiştir. En önemli azalma ise tasarruf sahiplerindeki azalmadır. Bunun nedeni ise 94 mali krizidir.
97 yılında ihale yöntemiyle iki yıl vadeli ve üç ayda bir faiz ödemeli enflasyona endeksli senet ihracına başlanmıştır. 98 yılının Ocak ayından itibaren 1 yıl vadeli, vade sonu kupon ödemeli, TÜFE’ye endeksli yeni bir devlet tahvilinin ihracına başlanmıştır.
98 yılı içinde TÜFE’ye endeksli senetler direkt satış yöntemiyle ihraç edilmiştir. Ayrıca bu yıl, Kısa Vadeli Avans kullanımı son bulmuştur.
Değişken Faizli Devlet Tahvillerinin İhale Yoluyla İhracı
Hazine Müsteşarlığı, 99 yılında yeni bir uygulama olarak Değişken Faizli Devlet Tahvillerinin (DFT) ihale yoluyla ihracına karar vermiştir. İlk olarak 3 yıl vadeli, 3 ayda bir kupon ödemeli, kupon ödemeleri üç ay vadeli hazine bonosu ihalelerine endeksli DFT ihracı yapılacaktır.
Hazine, DFT’lerle bir taraftan faiz riski üstlenmiş diğer taraftan vade uzatımı yoluyla borcunu renileme riskini azaltmayı hedeflemiştir. Bu ürünler yapısı gereği, faiz oranlarındaki değişimlere karşı fiyat duyarlılığı kupan vadesine yakın olmakta, fiyat yapısı anlamında 3 ay vadeli bir bonoya benzemektedir.
Piyasa oyuncular, DFT ile büyük bir faiz riski üstlenmezken, Hazine üç yıl vadeli olup, borç stokunun vadesinin uzatılmasında önemli bir görev üstlenmiştir.
2001 Krizi Sonrası İç Borçlanması
2001’de yaşanan ekonomik kriz, daralma, devalüasyon, krizin faizler ve borçlanma vadeleri üzerinde yarattığı olumsuz etkiler ile iç borç stoku önemli ölçüde artmıştır.
Krizin yüzünden artan borçlanma faizlerine ek olarak TMSF kapsamına alınan bankalara ve biriken görev zararları için kamu bankalarına aktarılan özel tertip iç borçlanma senetleri de iç borç stokunu artırmıştır.
2000 yılından sonraki artış dikkat çekerken, 36 katrilyon lira düzeyindeki iç borç stoku, 2001 sonrasında 122 katrilyon liraya yükselmiştir.
İç borç stoku, 2002 yılının sonunda 2001’e göre nominal %22,7 oranında artarken, 149,9 milyar lira olmuştur. TCMB’nin portföyünde bulunan dövize endeksli senetler ile TMSF bankaların portföyünde yer alan senetlerin erken itfasının, IMF kredilerinin bir bölümünün 7 şubat 2002 tarihinde hazine hesaplarına aktarılması yoluyla yapılması, iç borç stokunda görülen artışın sınırlı kalmasında etkili olmuştur.
IMF kredisinin iç borç stoku üzerine iki etkisi olmuştur. Birincisi, iç borç stokunun ve finansman ihtiyacının azalması, diğeri borç stokunun borçlanma araçlarına ve alıcılarına göre yapısının değişmesidir.
Kriz sonrası yıllarda iç borç stoku nominal olarak artarken, artış hızı yavaşlamıştır. GSYİH’e oranla iç borçların ağırlığı azalmıştır. Ama iç borçlanmada asıl sorun vadelerin kısalığı ve yurt dışı yerleşiklerin iç borç stokundaki payı; 2002, 2003, 2004 ve 2005’te büyük artış göstermiştir.
2006 yılında her iki değer de yatay seyrederken, 2007’de biraz artmıştır. 2008’in ikinci çeyreğinde ise tek azalma eğilimine girmiştir.
Türkiye, 2003 yılının başından 2013 yılının ilk yarısına kadar 1 trilyon 546,3 milyar lira iç borç ödemiştir. Bunun 1 trilyon 103,9 milyarı anapara iken, 442,4 milyarı faizdir.
Bundan sonraki kısımlar Bumko’nun Merkezi Yönetim Gerçekleşmeleri ve Beklentileri raporuna göre verilecektir.
2010 Sonrası Merkezi Yönetim İç Borç Stokundaki Gelişmeler
2010 yılının ilk 6 aylık döneminde 74,9 milyar tutarındaki anapara ödemesine karşılık gerçekleştirilen 88,1 milyar lira tutarındaki borçlanma neticesinde 2009 sonunda 330 milyar lira olan merkezi yönetim iç borç stoku, 2010 Haziran sonunda yaklaşık 13,1 milyar lira artarak 343,1 milyar lira düzeyine yükselmiştir.
2010 yılının sonunda 352,8 milyar liralık merkezi yönetim iç borç stoku vardır. 2011 yılının ilk 5 ayında 56,1 milyar lira anapara ödemesi yapılırken, 65,9 milyar lira tutarında borçlanma yapılmıştır.
Merkezi iç borç stoku ise 2011 yılının Mayıs ayı sonunda yaklaşık 9,8 milyar liralık artış ile 362,7 milyar lira düzeyine yükselmiştir.
Merkezi yönetim iç borç stoku, 2011 yılının sonunda 368,8 milyar lira olmuştur. 2012 yılının ilk 6 ayında ise 47,3 milyar lira anapara ödemesi gerçekleşmiştir.
2012 yılının ilk 6 ayında 56,3 milyar lira tutarında borçlanma yapılırken, Haziran ayı sonu itibarıyla iç borç stoku 8,9 milyar lira artarak, 377,7 milyar lira düzeyine yükselmiştir.
2012 yılının sonunda merkezi yönetim iç borç stoku, 386,5 milyar lira düzeyinde olurken, 2013 yılının ilk 6 ayında 67,7 milyar lira anapara ödemesi gerçekleşmiştir.
2013 yılının Haziran ayı sonuna kadar 77 milyar lira borçlanılırken, iç borç stoku yaklaşık 9,3 milyar lira artış ile 395,8 milyar liraya yükselmiştir.
2013 yılının sonunda ise merkezi yönetim iç borç stoku, 403 milyar liraya yükselmiştir. 2014 yılının ilk 6 ayında 75 milyar liralık anapara ödemesi yapılırken, 80,4 milyar lira borçlanılmıştır.
Haziran 2014 sonunda ise 5,4 milyar liralık artış ile iç borç stoku 408,4 milyar lira düzeyine yükselmiştir. Yıl sonunda ise seviye 414,6 milyar liraya ulaşmıştır.
2015 yılının ilk altı ayında 46 milyar lira anapara ödemesi yapılırken, 61,6 milyar lira borçlanma yapılmıştır. Yılın Haziran ayı sonunda ise iç borç stoku, yaklaşık 15,6 milyar lira artarken, 430,2 milyar düzeyine yükselmiştir.
2015 yılının sonunda merkezi yönetim iç borç stoku, 440,1 milyar liraya yükselirken, 2016 yılının Haziran ayı sonuna kadar 30,6 milyar lira anapara ödemesi yapılmıştır.
2016 yılının ilk altı ayında 43,8 milyar lira borçlanma yapılırken, iç borç stoku yaklaşık 13,2 milyar liralık artış ile 453,3 milyar lira düzeyine yükselmiştir. Yıl sonunda ise 468,6 milyar liraya ulaşmıştır.
2017 yılının ilk altı ayında 35,3 milyar lira anapara ödemesi yapılırken, 62 milyar lira borçlanma gerçekleşmiştir. Bu şekilde iç borç stoku, Haziran sonunda yaklaşık 26,7 milyar lira artarak 495,3 milyar liraya yükselmiştir.
Merkezi yönetim iç borç stoku, 2017 yılının sonunda 535,4 milyar liraya ulaşmıştır. 500 milyar liranın üzerine çıkan iç borç stoku, endişe verirken dolar kurundaki yükselişler döviz cinsi borçlanmaların maliyetini yükseltmiştir.
2018 yılının ilk 6 ayında 36,4 milyar lira anapara ödemesi yapılmış, 62,1 milyar lira borçlanma gerçekleşmiştir. Haziran ayı sonunda merkezi yönetim iç borç stoku, yaklaşık 25,7 milyar lira artarak 561,2 milyar liraya ulaşmıştır.
İç borç stokunun faiz yapısı ise 2017’nin sonunda %65,1 düzeyinde olan sabit getirili senetlerin stok içerisindeki payı, 2018 Haziran ayında %65 olmuştur.
Aynı dönemde iç borç stoku içinde enflasyona endeksli senetlerin payı, 2017 sonuna göre 0,4 puan artışla %22,3 seviyesinden %22,7 seviyesine yükselmiştir.
Diğer değişken faizli senetlerin payı ise 2017 sonuna göre 0,4 puan azalışla, 2018 Haziran ayında %12,3 seviyesinde gerçekleşmiştir.
Merkezi yönetim toplam iç borç stokunun vadeye kalan ortalama süresi, 2017 yılı sonunda 50,5 ay iken, 2018 Haziran sonunda 49,8’e düşmüştür.
Cumhuriyet Döneminde Dış Borçlanma
Osmanlı sonrasında dış borç konusunda ihtiyatlı davranan Türkiye, Cumhuriyet döneminin ilk yıllarını borçlanmadan geçirmiştir. Ama dış borçlanmaya, iç borçlanmadan önce başvurmuştur.
Cumhuriyet döneminin ilk dış borcu, 1930 yılında “İktisadi Cihazlanma” amacıyla ABD’den 10 milyon dolar alınarak gerçekleşmiştir. İç borçlanmaya ise 1933 yılına kadar gidilmemiştir.
1934 yılında ise Sovyet Rusya ile borçlanmaya gidilmiştir. 5 yıllık sanayileşme programının finansmanına yönelik bir borçlanma olmuştur.
Bu borç kapsamında yatırımların yapılması ve bazı fabrikaların inşasına başlanmıştır. 1938 yılında ise İngiltere’den dış ödeme güçlüklerini girmek ve askeri ihtiyaçlar için 16 milyon sterlin kredi alınmıştır.
Bunlar dışında Düyûn-u Umumiye bakiyesi borçların ve demiryolu, rıhtım, liman, telefon, elektrik gibi kamu hizmetlerini gören yabancı imtiyazlı şirketlerin millileştirilmesinden doğan dış borçlar dışında 2. Dünya Savaşı’na kadar yeni bir dış borç alınmamıştır.
1947’ye Kadar Net Sermaye Çıkışı Dönemi
İlk yıllarda devralınan borçların hızla ve düzenli bir şekilde ödenmesine dikkat edilmiştir. Eski borçlar için uygulanan ‘rachat’ sistemi ve alacaklı devletlerin para birimlerinde görülen önemli kayıplar, dış borçların otomatik ödenmesine olumlu katkıda bulunmuştur.
Cumhuriyetin ilk yıllarında devralınan borçların ödenmesi nedeniyle, ülkeden net sermaye çıkışı olmuştur ve 1947 yılına kadar devam etmiştir.
1947 yılından sonraki dönemde ülkede yoğun olarak dış borçlanmaya başvurulmuştur ve net sermaye girişimi yaşanmaya başlanmıştır.
İkinci Dünya Savaşı Döneminde Yeni Dış Borçlar
İkinci Dünya Savaşı ile bazı yeni dış borçlar alınmıştır. 1939 yılında Fransa ve İngiltere ile yapılan üçlü yardım anlaşmasına dayalı üç ayrı borçlanma yapılmıştır. ABD’den ise “ödünç verme ve kiralama kanunu” ile 95 milyon dolarlık askeri yardım alınmıştır.
2. Dünya Savaşı sonunda dış borçlar daha yüksek bir miktara ulaşırken; 1945 sonunda dış borçlar tutarı, 1939 yılına göre %266 oranında artmıştır. Buna karşın devletin dış borç yükü ağır değildir.
Uzun vadeli dış borçlar nedeniyle artış söz konusu olurken, ülkenin birikmiş altın ve döviz stoku, o dönemdeki bütün dış borçların kapital değerine eşit bir seviyede tutulmuştur.
1951 yılına kadar savaş sonrası dönem de borçlanma açısından önemli bir dönem olmuştur. Dönem başında Türkiye’nin net borçluluğu sıfır iken, 1946 yılında dış borçlanma açısından bir dönüm yılı yaşanmıştır.
Çünkü dışarıdan büyük bir kredi alınmamasına karşın, uzun vadeli dış borçlar bir önceki yıla göre %98,2 oranında artış göstermiştir. Nedeni ise bir devalüasyon yapılmıştır.
1949 yılında ise önce İngiltere daha sonra diğer batılı ülkelerin paralarında görülen %30,5 oranındaki devalüasyon ile tersine bir durum yaşanarak dış borçlar 203,6 milyon lira azalmıştır.
Bu süreçte güçlü dalgalanmalar gösteren dış borçlar, 1945 yılına göre %215 artmıştır. Bu artışın tek olumlu özelliği, altın ve döviz rezervleri nedeniyle ödeme güçlüğü yaratmamış olmasıdır.
Dönem sonundaki rezerv, dış borç taksitlerinin kolayca ödenmesine ve hatta erken ödemeye gidilmesi için uygun seviyededir.
1958 Hızlı Borç Artışı ve Paris Anlaşması
1951 ile 1960 yılları arasında borçlar, benzersiz bir hızla artış göstermiş ve dönem sonunda en yüksek seviyeye çıkmıştır. Bunun nedeni ise 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti’nin serbest ithalat politikası gütmesidir.
Cumhuriyet tarihinde ilk moratoryum (borç erteleme) ilanına bu dönemde mecbur kalınmıştır. Buna bağlı olarak mali düzenleyeme gidilmesi ve istikrar kararlarının alınması zorunlu olmuştur.
1958 yılı; girişilen istikrar programının gerektirdiği destekleyici dış kredilerin alınması ile en fazla borçlanılan yıl olmuştur.
1958 yılında yapılan devalüasyonu ve istikrar programı ile soruna çözüm aranmış ama bulunamamıştır. Moratoryum ilan edilmesi ve dış borçların faiz ile taksitlerinin ödenmemesi bir çeşit iflas olmuş ve 1959 Paris Anlaşması ile belgelenmiştir.
Anlaşmada alınan kararlar 4 Ağustos kararları olarak anılırken, uzantısı olarak 11.05.1959 yılında borçların anapara ve faizlerinin 1971 sonuna kadar tasfiyesi kabul edilmiştir.
1960’larda ise Devrim Hükümeti üyeleri, 1950 – 1960 dönemindeki borçlanmanın iktisadi kalkınmaya beklenen bir katkısı olmadığı görüşünü savunmuşlardır.
1960’lardan sonra da dış borçlanma politikasının aynı düzeyde sürdürülmesi görülmüştür. Bunun nedeni, 1960’lardan önce dış borçlanmayı gerektiren sebeplerin sonrasında da var olmasıdır.
1960’lardan sonra da dış borçlar artış göstermiştir. Ancak bu dönemde dış borçlanma şartlarında planlı kalkınma esas alınmış, olumlu değişimler sağlanmıştır.
Bu dönemde hem faiz haddinde düşüşler görülmüş hem de ödemesiz devreler ve vadeler daha önceki dönemlere göre daha uzun tutulmuştur.
1970 – 1980 Dönemi Krizleri ve Güçlükler
Bu dönem, Türkiye açısından en büyük güçlüklerin yaşandığı dönem olmuştur. 70’ten sonra hem ülke hem de dünya ekonomisinde krizler yaşanmış ve dalgalanmalar Türkiye’yi derinden etkilemiştir.
Türkiye’de döviz sıkıntısı oluşmuş ve dış borçlanma önemli düzeylere yükselmiştir. Petrol şokları, Kıbrıs Barış Harekatı, siyasal istikrarsızlıklar ve diğer olumsuz gelişmeler dış finansman ihtiyacını artırmıştır.
1970 yılında bir devalüasyon yapılarak, 1 dolar 9 liradan 15 liraya yükselmiştir. Bunun sonucunda da dış borçların TL cinsinden değeri artmıştır.
70 yılında 296 milyon dolar transferi gecikmiş borç vardır ve devalüasyon sonucunda dış kredi açılacağı noktasında IMF tarafından verilen söz yerine getirilmiş ve 321 milyon dolar yeni dış kredi alınmıştır.
1970 yılından sonra ödemeler dengesinde sürekli açıklar yaşanmış ve dış borçlanmayı beraberinde getirmiştir. Ödemeler bilançosu açığının artması, siyasi istikrarsızlık ve kötü ekonomi yönetimi dış kredi bulmayı zorlaştırmıştır.
1975 yılında 8 küçük devalüasyon yapılmış ve dolar 13,70 liradan 17,50 liraya yükselmiştir. 1977’den sonra dış borçlanmanın maliyeti önemli ölçüde artmıştır ve ödemeler dengesinin finansmanına olan katkısı azalmıştır.
Borçlanmanın maliyeti, kısa vadeli borç miktarının artmasıyla yükselmiştir. Tüm bu gelişmelerle 1978 yılında TL yüzde 33 oranında devalüe edilmiş ve 1 dolar önce 25 liraya, sonra 35 liraya çıkarılmıştır.
24 Ocak Kararları ile Dönüm Noktası
24 Ocak 1980 yılında yayımlanan ekonomik önlemler paketi ile ekonomi politikasında önemli dönüşümler yaşanmıştır. İthal ikameci politikalar terk edilmiş, dışa dönük ihracata dayalı ve ihracatı teşvik eden büyüme politikası benimsenmiştir.
İhracat teşvik edilerek ekonominin dışa açılması, döviz darboğazları ve dış borçlarla ilgili önemli bir gelişme olarak görülmüştür. Ayrıca turizm ve işçi dövizi girişi ile teşvik edilmiştir. Bu politikalar ve dış borç ödemelerinin aksatılmadan yapılması ise dış borçlanma imkanlarını artırmıştır.
1980’li yıllarda ortaya çıkan dünya borç krizi birçok gelişmekte olan ülkeyi derinden sarsmıştır. Türkiye ise bu dönemde ihracata yönelik sanayi stratejisine yönelerek dış borç ödemelerini zorlanmadan karşılayabilmiştir.
1988 ve 1989 yılları dışında önemli düzeyde finansman kaynağı transfer edilmiş ve bu finansman kaynağı yüksek kalkınma hızlarına ulaşmasının en önemli belirleyeni olmuştur. 80 öncesinde olduğu gibi borç stoku artmaya devam etmiştir.
Dış Borç Servisinin Getirilmesi
Dış borç stokunun Gayri Safi Milli Hasıla’ya oranına bakıldığında; 1986, 1987 ve 1988 yıllarında büyük bir artış yaşandığı görülmektedir. Hazine, dış borçlanmayı, dış borç servisiyle sınırlama uygulaması getirmiş ve 90’lardan itibaren azalmaya başlamıştır.
Dış borçlar, 1990’lı yıllarda artmaya devam etmiştir. Bunun nedeni, dış borç sorununun temelinde yurt içi tasarruf yetersizliğidir.
90 yılı sonrasında finansal piyasalardan ucuz fon bulma imkanının olması, dış borç ödemelerini kolaylaştırmıştır. Bu şekilde dış borçlar, artmaya devam etmiştir.
90’larda borcun borçla ödendiği bir süreç yaşanmaya başlanmıştır. Borç stokunun sürekli artması, TL’nin aşırı değerlenmesine neden olmuştur.
1993 sonu ve 1994 yılının başında uluslararası kredi derecelendirme kuruluşları Türkiye’nin kredi notunu düşürmüştür. Bu durum ekonomiyi derinden etkilemiş ve krize sürüklemiştir. Yaşanan kriz, Türkiye’nin itibarını düşürmüş ve uluslararası piyasalardan borç bulma imkanı azalmıştır.
Bu döneminde borçlanma politikaları açısından en önemli özelliği ise iç borçlanma ile dış borçlanmanın dönüşümlü olarak birbirinin finansmanı için kullanılmasıdır. Bu nedenle hem iç hem de dış borç artmıştır.
94 sonrası dönemlerde, dış borçlanma politikalarına ağırlık verilmiş ve IMF ile yapılan stand-by anlaşması ekseninde yürütülmüştür.
Hazine Müsteşarlığının kurularak düzenli iç borçlanma ihalelerinin bağladığı 1985 yılından sonraki dönemden, 2004 yılına kadar 19 yıllık süreçte dış ve iç borçlar hızla yükselmiştir.
Özellikle 1994 krizinin sonrasında 1994 – 2001 döneminde dış borçlar hızlı artmıştır ve GSYİH’e oranı %57’ye kadar yükselmiştir.
Türkiye’nin Dış Borçlanmada IMF ile İlişkisi
Türkiye’nin IMF ile oldukça uzun ve yüksek hacimde bir ortak geçmişi bulunmaktadır. Hatta IMF’siz bir borçlanma tarihi analizi yapmak da mümkün değildir.
IMF, 27 Aralık 1945 yılında 45 ülke üyeliği ile kurulmuş ve 1 Mart 1947 yılında finansal operasyonlarına başlamıştır. Türkiye ise kurucu üye olarak katılmadığı IMF’ye, 1947’de dahil olmuştur.
45 üye ülkenin 44’ü kotalarını taahhüt etmiş, Danimarka ise sonradan kotasını onaylatmıştır. Bu şekilde ilk toplam IMF kotası, 8,8 milyar dolar olmuştur.
IMF kotalarındaki değişim, ülkelerin ekonomik güçlerinin dünya ekonomisi içindeki değişiminin bir göstergesi olarak görülmüştür.
Sovyetler Birliği’nin dağılıp, ABD’nin tek süper güç olarak kalmasıyla IMF üzerindeki baskısı artmıştır. Sonrasında IMF, ABD Hazinesi’nin dediğini yapan bir kurum haline gelmiştir.
90’ların ikinci yarısında ABD Hazine, IMF üzerinde baskısını artırmış ve her kota artırımında ipleri iyice ele almıştır. Böylece IMF, Amerikan yönetiminin bir departmanı haline gelmiştir.
Türkiye, IMF ile ilk stand-by düzenlemesini bazı kaynaklara göre 1958’de bazılarına göre 1961’de yapmıştır. 1970 yılına kadar da her yıl IMF ile bir stand-by gerçekleşmiştir.
1970’ten 1978 yılına kadar bir ara verilirken, bu süre içinde stand-by anlaşması yapılmamıştır. 1978 – 1980 arasında ise IMF ile yeniden birer yıllık stand-by anlaşması yapılmıştır.
18 Haziran 1980 tarihinde ilk kez IMF ile en uzun stand-by anlaşması gerçekleştirilirken, 17 Haziran 1983’te sona ermiştir. 1984 – 1994 arasında ise bir stand-by düzenlemesi olmamıştır.
8 Temmuz 1994’te yapılan stand-by ise 26 Eylül 1995 tarihinde sona etmiştir. 99 yılına kadar stand-by düzenlemesine gitmeyen Türkiye, 1999 – 2002 döneminde 17. Stand-by düzenlemesini gerçekleştirmiştir.
18. Stand-by düzenlemesi ise 4 Şubat 2002’de başlamış ve 4 Şubat 2005’te sona ermiştir. En son anlaşma ise 2005 yılının Mayıs ayında imzalanan 19. Stand-by anlaşmasıdır 2005 – 2008 yıllarını kapsayan bu anlaşmanın en önemli özelliği, ilk defa kriz yaşamadan yapılan bir anlaşma olmasıdır.
19. Stand-by anlaşmasının ardından ekonomi yönetimi, bunun son olduğunu ve yola IMF’siz devam edileceğini ısrarla vurgulamıştır.
47 yıllık stand-by döneminde, genellikle krizlerin ardından mecburi anlaşmalar yapılmış, bu süreçte 50 milyar doların üstünde kaynak sağlanmıştır.
2009 yılının üçüncü çeyreğinde Türkiye’nin IMF’ye olan borç miktarı, 5.076 milyar SDR (8.071 dolar) düzeyindedir.
Türkiye’nin dış borcu 2001 yılının dördüncü çeyreğinde 129 milyar dolarken, 2012 yılının dördüncü çeyreğinde 336 milyar dolara yükselmiştir. 2013 yılının üçüncü çeyreğinde ise brüt borç, 372,7 milyar dolar, net dış borcu ise 214,4 milyar dolar olmuştur.
2010 Sonrası Dış Borçlanma
2009 yılı 74,1 milyar dolarlık merkezi yönetim dış borç stoku ile kapanırken, 2010 yılının ilk altı ayında borç, 548,4 milyon dolar azalmış ve 73,5 milyar dolar seviyesinde gerçekleşmiştir.
2010 yılının sonunda merkezi yönetim dış borç stoku, 78,1 milyar dolara olarak gerçekleşmiştir. 2011 yılının Haziran ayı sonunda 3,6 milyar dolar artarak, 81,9 milyar dolara yükselmiştir.
IMF dış borç stokunun toplam içindeki payı ise 2010 yılının sonuna göre 1,4 puan düşerek, yüzde 5,8’e gerilemiş ve 4,7 milyar dolar olarak gerçekleşmiştir.
2011 yılının sonunda merkezi yönetim dış borç stoku, 79,2 milyar dolar düzeyindedir. Bu seviye, 2012 yılının ilk altı ayında 1,6 milyar dolara artarak 80,7 milyar dolara yükselmiştir.
2012 yılında IMF dış borç stokunun, toplam içindeki payı ise 2011 sonuna göre 1,5 puan düşüşle yüzde 2,1’e gerilemiş ve 1,7 milyar dolar olarak gerçekleşmiştir.
2012 yılının sonunda 81,7 milyar dolar düzeyinde olan merkezi yönetim dış borç stoku, 2013 yılının ilk 6 ayında 0,5 milyar dolar azalmış ve 81,2 milyar dolar düzeyine gerilemiştir.
Merkezi yönetim dış borç stoku, 2013 yılında sonunda ise 85,7 milyar dolar olmuştur. 2014 yılının Haziran ayının sonunda 1,5 milyar dolar artışla 87,1 milyar dolar düzeyine yükselmiştir.
2014 yılının sonunda merkezi yönetim dış borç stoku 85,2 milyar dolar olurken, 2015 yılının ilk altı ayında 3 milyar dolar azalmış ve 82,2 milyar dolar düzeyine inmiştir.
2015 yılının sonunda 81,7 milyar dolar olan merkezi yönetim dış borç stoku, 2016 yılının Haziran ayı sonunda 3,5 milyar dolar artmış ve 85,3 milyar dolara yükselmiştir.
Merkezi yönetim dış borç stoku 2016 yılının sonunda da 82,6 milyar dolara inmiştir. 2017 yılının Haziran ayı sonunda ise 7,5 milyar dolar artarak, 90,1 milyar dolara çıkmıştır.
Yıl sonunda ise 90,2 milyar doları gören merkezi yönetim dış borç stoku, 2018 yılının ilk altı ayında 823,1 milyon dolar azalarak, 89,4 milyar dolar düzeyinde gerçekleşmiştir.
2018 yılının Haziran ayı sonu itibarıyla uluslararası kuruluşlardan sağlanan kredi stokunun, toplam stok içindeki payı yüzde 17,9 olurken, hükümet kuruluşlarından sağlanan kredi stokunun payı yüzde 4,7 olmuştur. Diğer kuruluşlardan gerçekleşen kredi stokunun payı da yüzde 2,7 düzeyindedir.
Faydalı bilgiler emeğinize sağlık